31 Aralık 2016
Konuşmaları, tartışmaları, yazılanları dinledikçe, izledikçe, okudukça şaşırıp kalıyorum. Türk Milleti dinî sorumluluklarını henüz beş-altı yaşlarında iken öğrenmeye başladığı bilinen gerçektir. Yedi yaşından sonrada oruç tutmaya başlanır; Bazı anne-babalar bu konuda çocuğun bünyesine göre davranır. Namaz dâhil, hiçbir ibadetinde de zorlamaz. Ancak, YALAN söylemeyeceği, dürüst ve ahlâklı olması konusunda hep ikaz eder. Zaman ilerledikçe, dini vecibelerini bir hakkın yerine getirenler olduğu gibi, getirmeyenler de olur, ama kimse dinsiz ve İMANSIZ olmadı, olmazdı.
Müslümanlıkla ilgili ilk bilgileri rahmetli Babaannem vermişti. Namaz da okunacak sureler, duaları da yine O öğretmişti. İslâm’ın, İmanın şartını, otuz iki ve elli dört farzı da O öğretmeye çalışmıştı! İlk imtihanımız; Kimin Kulusun, kimin ümmetisin şeklindeydi.
Yaz tatillerinde mahalle camiine Kur’an-ı Kerîm kursuna giderdik. Bu her yaz tekrarlanırdı. İlk Okul, 4 ve 5. Sınıfta okutulan Din dersinde bu bilgilerimizi pekiştirir, hatta arkadaşlarımız arasında kim daha çok dua biliyor diye dini bilgimizin seviyesini ortaya koymaya çalışırdık. Bu ortaokul ve lisede de devam etti. Çocukluk, gençlik aile hayatımızda Dini sorumluluklarımızı bu çerçeve içerisinde eksik-fazla yerine getiriyorduk. Ahlâksızlık, yalan bütün çevremizin zaten kabul edemeyeceği en hassas tarafıydı. Bulunduğumuz her yerde, ahlâksız olan, yalan söyleyenler bir elin parmaklarını geçmez, onlar da teşhir edilir, hadleri bildirilirdi!
Hiçbir konuşmamızın, tartışmamızın içerisinde din, mezhep-meşrep yoktu. Sünni, Şii, Selefi, Vehabi ve Alevi diyerek kimseyi ayırmazdık. Meselâ ramazan aylarında bizler oruç tutarken, Alevi komşularımız, arkadaşlarımız oruç tutmazdı. Hatta hoş bir espriyle – oruç musun-hırıç mısın- diye takılırdık. Alevîlerin gittikleri kahvehaneler, lokantalar vitrin camlarını ramazan süresince perde ile kapatırlardı. Karşılıklı saygı ve sevgi vardı. Alevîliği bu dar çerçevede bilirdik. Yine, mezhep, tarikat, cemaat, tekke ve zaviye tartışma konularımız içerisinde hiç geçmezdi. Camilerde dinlediğimiz vaazlarda Takva kapısının; Şeriat-Tarikat, Marifet ve Hakikat olduğunu zaman, zaman dinlerdik. Derinliğini, bilmeden!
Belki, o vaizler, o hocalar, o günlerde bunu açıklasa, anlatsalar idi, bugün bu çatışmaları yaşamazdık! O tarihlerde İmam-Hatip Okulları yok mu idi? Vardı. Ancak, hiçbir zaman beklendiği hizmeti maalesef veremediler! İçlerinden çok az istisnaları ayrı tutarsak, hiçbir yerde, bak şu hoca, bu imam, İmam- Hatipli, çok farklı, doğru anlatıyor diyenleri de hiç duymadık. Ne yaptılar? Türkiye de ikilik yarattılar. İmam-Hatip olmak için okuyup, imam ve hatiplik dışında görevlere talip oldular. Mevzuat efendi buna izin vermeyince, bunun münakaşasını çıkardılar. Biz ve sizi yarattılar. Din ve iman sözde kalırken, dini kullanarak her göreve talip oldular. Şimdi o taleplerini, maksadı ıskalayarak alabildiğince, ayrıştırarak karşılıyor oldular!
Hiç mi tartışma olmazdı… Tabii ki, günümüze taşınan o tartışmalar bizim çocukluğumuzda başlamıştı. Tartışmanın dinî boyutu CHP-DP çekişmesine, bilgiden yoksun, temelsiz noktalara çekiliyordu. Anadolu’da Müslümanlığın, Kur’an-ı Kerim okumanın yasaklandığı noktasına kadar, konu vardırılıyordu. Bunların hiçbirisi doğru değildi. Osmanlı İmparatorluğu döneminde zaman, zaman uygulanan sert tedbirlerle Tekke ve Zaviyelere uygulananlardan hareketle, yeni bir kanunla Medrese, tekke ve zaviyelerin görevi Diyanet İşleri Başkanlığına veriliyordu. İşte o tartışma, bugün ki ayrışmanın başlangıcı olmuştu. Seni gidi dinsiz..! Seni gidi yobaz..! Halen devam ediyor.
O kadar devam ediyor ki, Türkiye Dışişleri Bakanı, Turizm Fakültesi’nin açılışında, neden gerek gördü ise(!) "Şimdi Manavgat'ta ve Alanya'da fen liseleri var. Ama siz imam hatip liselerinden, ortaokullarından rahatsız olduysanız onu da söyleyeyim, daha fazla imam hatip ortaokulu açacağız, daha fazla imam hatip lisesi de açacağız. Bu eğitimde çarpıklık değildir, dinde de çarpıklık değildir. Türkiye laik bir ülkedir ama eski zihniyetteki laiklik değildir. Herkesin dini ve inanç özgürlüğünü yaşadığı, din ve mezhep ayrılığı olmayan bir Türkiye'dir. Özgürlük sadece bir gruba olmaz. Laiklik de sadece yasak getirme anlamında değildir. Herkes özgürce, istediği kıyafette, istediği okula gidebilmelidir. İşte bizim Türkiye'de yapmak istediğimiz bu. Bu çarpıklık değildir” diyor. Laikliğin ne olduğunu sözlüklerde bulamayacağına göre (!) en iyisi Fransa mevkiidaşı Jean-Marc Ayrault’a soracak olursa öğrenir! Peki, çarpıklığın ne olduğunu kime soracak? O da aranırsa bulunur…
Türkiye Kültür ve Turizm Bakanı ise "İmam hatip okulları, Türkiye'nin ihtiyacı olan münevver bir neslin yetişmesinde önemli rol oynadı. Türkiye'nin dini, ilmi, kültürel ve sosyal hayatında çok mühim yeri olan imam hatip okullarımız, bugün de başka diğer okullarımız gibi güzide bir neslin yetişmesine vesile oluyorlar. ÖNDER gibi birçok gibi sivil toplum kuruluşu da bu okullarımızda okuyan gençlerimizin daha iyi yetişmesine katkıda bulunuyor ve bugün de bir numunesini gördüğümüz böyle güzel programlar vasıtasıyla gençlerimizin kültürle, sanatla, edebiyatla iç içe olmalarını sağlıyorlar" diyor. Her iki bakan da sizce doğru söylüyor mu? Üstelik birinin de akademik unvanı var!
Yine, "İmam Hatip okulları özünde milletin eğitime müdahalesidir, bir halk hareketidir" diyen Nabi Avcı’ya birileri halk hareketinin de ne olduğunu, O da anladığını bize anlatsın!
Türkiye ne çekti ise, bugün neler çekiyorsa işte bu kafa yüzünden çekiyor. Kimse İmam-Hatip Okullarına karşı değil. Kimse İmamlara karşı değil. Günümüzde karşı çıkılan “HALK HAREKETİ” ortada makul bir neden yokken, normal okulların hızla imam-hatip okullarına çevriliyor olmasıdır. Cumhuriyet’in kuruluşu, Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN hedefi, Türk Milli Eğitimini müsbet ilimler temelinde gerçekleştirmek, meslek adamını da, din adamı da, yeterince eğiterek, ilgili alanda yani meslek liselerinde yetiştirmekti. Kime neyi anlatacaksınız?
Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN konuya bakışını bakınız Falih Rıfkı Atay, nasıl anlatıyor: “ Biz tek okulu demokraside çiftleştirmeyecektik: Lisede nasıl FEN kolu, EDEBİYAT kolu varsa, DİN eğitimi kolu da olacaktı. Cami hocasını karşımızda değil, yanımıza, içimize alacaktık. DİN hizmetlerini, ORDU hizmetleri gibi, rütbelere ayıracaktık. HOCALAR sicillerine göre yükseleceklerdi. Camiler halk yığınlarına, vaaz ve hutbelerde, millî kurtuluş davasını ve devrimlerin sevgisini vereceklerdi. Kur’ân-ı Arapça bile okutmayıp transkripsiyon harfleri ile okutacaktık” diye (Atatürkçülük Nedir?) de yazıyor.
Samimiyetle İslâm Dininin öğrenilmesine, öğretilmesine kim karşı çıkar ki? Karşı çıkılan tek şey YÜCE DİNİN siyasi emeller için kullanılmasıdır. Bunu hep birlikte bir anlasak! Kazanan Türk Milleti olacaktır.
2017 yılının, bütün insanlığa huzur, barış, sağlık ve başarı getirmesini, Türk Milleti’nin kandırılmayan, aldatılmayan yöneticiler tarafından, kandırılmadan, aldatılmadan yönetilmesini, AĞLAYAN ANALARIN gözyaşlarından süzülen acıyı, ŞEHİTLERİMİZİN aziz ruhlarının BAZILARINI birazcık düşündürmesini diliyorum.
Kenan Mutlu Gürses