30 Ağustos 2013
Hep aşka geldiğimizde mırıldandığımız, birlikte coştuğumuz O sultanỉyegảh şarkıdan bahsediyorum. Söyleriz, dinleriz ama yanı başımız da yaşayan eşsiz güzellikte ki HEYBELİ’YE giderek O muhteşem MEHTABI bilmezdik. Bunun adına; bilgisizlik, cahillik, kültürden kopuş, ihmal ne derseniz diyelim bu sıfatların hepsini hak etmişizdir. Bunun yanına, her geçen gün şiiri, müziği dünyalarından uzaklaştıran insanları da eklerseniz, bu pencereden bakarak sanatın nerelere sürüklendiğini de anlamış olursunuz. Kendi eksikliğimizi de.
Yok, yok artık sizi arayarak ‘’şu şiiri oku, şu şarkıyı bir dinle’’ diyenlerde yok. Ayranı tastan içmesini bilmeden, yaşamadan, ayran içmekle giderilmiyor bu kültürsüzlük. İki şairden, dört mısra okumakla da giderilmiyor bu hastalık, bu eksiklik. Sindirmek için okumak, anlamak için dinlemek, duymak ve yaşamak için yudum yudum tatmak gerekiyor.
Bazen umutlarımın yorgunluğunu, yalnızlığı hüzünlerimle iç içe olduğum günleri yaşarım. Çaresiz, umutlarımın tükendiğini hissederim. Duygularımı alır, bir kenarda yapayalnız kederli akşamlarıma da arkadaş olurum.
İhtimalin i’sinin bile aklınıza gelmediği anda; bir davet alırsınız taaa Amerika’dan. Amerika nere, İstanbul nere demeyin! Dünyanın küçük olduğunu söyleyen de biz değil miyiz? İşte böyle bir davetle, O gece HEYBELİ’DEYDİM.
Mehtaba çıkmak ne kelime, her demi mehtap da yaşayarak. Mehtap ve denizle gelecek EYLÜL akşamlarını da koklayarak. Ağır, ağır adanın üst taraflarına çıkarken, palmiyeler, çınarlar, zakkumlar, bütün yeşiller ve çiçekler kucaklıyor sizi. Değirmenburnu ve deniz elleriyle, anne şefkatiyle okşamaya başlıyor gönlünüzü.
Önce kayısı ağaçlarının, söğütlerin, kavakların sonra diğerlerinin yapraklarını sarıya, sapsarıya ve bakıra döndüreceklerini düşünüyorum. Cevizlerin mi? Asma yapraklarının mı önce sarardığına bir türlü karar veremiyorum. Çocuk kadar saf ve masum güzelliği, bir tarafı yeşil, bir tarafı sapsarı ve birazda bakırımsı hayal dünyamda kaybolup gidiyorum. Bütün bunları, gözbebeklerimin taaa ortalarına gökyüzünün ve denizin mavisiyle birlikte yerleştiriyorum. Renk cümbüşü, armoni bu mu diye, kendime sorarken, yaşadığım ana inanamıyorum.
Bir an, o hicaz şarkının nağmelerinde, ‘’sazlar çalınır Çamlıca’nın bahçelerinde’’ mısralarını hatırlıyorum. Acaba bir eksiklik de orası için mi yaşıyorum diye şaşırıp kalıyorum. Sonra, bahçelerini bildiğim aklıma geliyor. Ama ya sazlar? Heyhat…!
Haşim’in ‘’Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden’’ dediğini dinlercesine, çıkıyordu MEHTAP. ‘’Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak’’
‘’ Ve bir zaman bakacaksın semảya ağlayarak’’
‘’ Sular sarardı, yüzün perde perde solmakta’’
‘’ Kızıl havảları seyret ki akşam olmakta’’ dediğini de dinlercesine anlıyordum, akşamın olduğunu.
Ay, hiç kıskanç değildi. Heybeliada kadar, Büyükada’ya da lütufkảr, bir o kadar denizi de kucaklıyordu. Sıradan kucaklamayla değil, bunu sazların ritminde ve terennüm edilen sözlerin akışında yapıyordu. Sanki kulağıma;
‘’Dün gece mehtảba dalıp hep seni andım’’
‘’Öyle bir an geldi ki, mehtảp seni sandım’’
‘’Sevgili rüyana mı aldın beni bir dem’’
‘’Öyle bir an geldi ki, mehtảb seni sandım’’diyen hüzzảm şarkıyı, Semahat Özdenses söylüyordu.
O akşam, hiç bitmesin istedim. Bütün davetliler, Yesari Asım Arsoy’un bu ölümsüz sultanỉyegảh şarkısını birlikte seslendirirken;
‘’Biz Heybelide her gece mehtaba çıkardık’’
‘’Sandallarımız neş’e dolar zevke kanardık’’
‘’Saz seslerinin sahile aksettiği demler’’
‘’Etrafı bütün şarkı gazellerle yakardık.’’ Diyen mısralardan sonra, rüyadan hiç uyanmamak üzere nasıl yakıldığımı düşünüyordum. Yaşamak için, yaşamak gerek.
91. Yılını kutladığımız, 30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMIMIZ kutlu olsun.
Kenan Mutlu Gürses