30 Ocak 2014
Yıllardır bir kesim hep Cumhuriyet ile hesaplaşmak peşinde olmuştur. Cumhuriyet’in nasıl ve neden kurulduğunu hiç düşünmeden… İnsan ister istemez; acaba şu Takrir-i Sukûn Kanunu ile Tekke ve Zaviyeler Kanunu halen geçerli olsaydı! yürürlük de olan tam uygulansa idi, acaba biz bugün yaşadıklarımızı yine yaşar mı idik. Bunları ifade ederken, yasaklardan yana değilim. Fakat doksan yıldır mevcut KANUNLARINI bir türlü yeterince yorumlamayanların, dahâ doğrusu Kanunu masal ve misâl olarak anlayanların varlığı, insanı bu şekilde düşünmeye sevk ediyor.
Kendilerini haklı göstermek için her yola başvurmayı, her türlü yalanı normal kabûl edenlerin de varlığı bu düşünceyi pekiştiriyor. Mesela; İsmet İnönü’nün ‘’ALLAH’’ demediği yönünde uydurulan yalan bunlardan sadece bir tanesidir. Hâlbuki 1920 yılından itibaren Büyük Millet Meclisi’nin gerek açık, gerekse gizli celse zabıtları yeterince okunsa, bunun doğru olmadığı açıkça görülecektir. Ne yazık ki, yalan söylemekten yüzleri birazcık kızarmayanların yanında, bu duyduklarını gerçek kabûl edenlerin, bunu yeterince araştırmayanların da, bizleri temelsiz ne badirelere sürüklenmemizin müsebbibi oldukları açıktır.
Adaleti sağlayacak, doğruları ortaya çıkaracak kadar etkin mevkiiler de olmaya bilirsiniz. Ancak, yaşadıklarınıza, izlediklerinize, duyduklarınıza dikkatlice bakıp, bir süzgeçten geçirmiyor, yanlış olanlara itiraz ve isyan etmiyorsanız, bu günü yaşamak da kaçınılmazdır. Bir de hâlâ, her olay karşısında kolaya kaçarak ‘’AMA’’ diyorsanız, artık söylenecek bir şey kalmıyor.
Türkiye, on bir yıldır, AKEPE zihniyetiyle ve onun HAMASET kürküne bürünmüş genel başkanı ile yönetiliyor. ‘’Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az’’ dedik, yazdık, söyledik, yine anlatamadık. Yüce dinimizin, ayrışmayı her ne ad altında olursa olsun yasakladığını da anlattık yine olmadı. Gelin, Kuran-ı Kerim’in emirleri doğrultusunda YARATANIN bize bahşettiği AKILLA, O’nun emirlerine uyalım ve yerine getirelim dedik yine olmadı. Hemen sen tarikata, sen cemaate karşı mısın laflarını dinlemeye başladık. Buyurun şimdi, sayısını bilmediğimiz kadar çok olan, o cemaatler, o tarikatlar hepimize hayırlı olsun! Öyle ki, bugün bırakın cemaati ve tarikatı, bir de başımıza cemaat ve tarikat mensubu ile onların üst kadroları diye kavram sunulmaya başlandı. Artık elbirliği ile ya cemaat ve tarikata mensup, hiçbir şeye karışmayan veya o birliklerin üst kademelerinde yer alacak fertler olacağız ki, yaşama veya yaşamama hakkımız olsun!
Yoksulluk ve yolsuzlukla mücadele edeceğini söyleyerek, iktidarını sürdüren siyasi partinin, yıllardır neleri yaptığını, neleri söylediğini ve de 360 derece nasıl döndüğünü ne yazık ki birlikte izliyoruz.
Başbakan Yardımcısı, çıkıp ‘’biz varsak siz de varsınız, biz yoksak siz de yoksunuz’’ ‘’biz olmasak ekonomi çöker, maaş ödeyemezler v.s’’ diyor. Bu DEVLET, bu hükûmetçe, bizim bilmediğimiz kadar mı kötü yönetiliyor ki, bunlardan sonar tarumar olsun!
Dikkat ederseniz, açtıkları her bohçanın içinden, bu sana, bu bana, bu ona derken, hiç bir zaman, o bohçayla neden geldiklerini, o bohçayı neden getirdiklerini zaten açıklamadılar, açıklayamadılar.
17 Aralık 2013’den sonra yaşananları ise anlatmak, yazmak ve yorumlamak için, insanın yanında mutlaka bir uzman doktor bulundurması gerekiyor. Yoksulluğu bu milletin büyük bir bölümü zaten kanıksamış durumda. Bunun yanı sıra yolsuzluğu yutkunsak da, HUKUK adına konuşulanlar, tartışılanlar, bu kadar da olmaz dedirtiyor.
Kelime dağarcığımız da az kullandığımız DARBEYİ nedense sık duyar olduk. Yıllardır, Başbakan yatıyor DARBE diyor, kalkıyor DARBE diyor. İnsanın ‘’bir kişiye kırk gün deli deseniz, delir olur’’ atasözü aklına gelince, ürkmemesi mümkün değil! Zira bunu bir ülkenin Başbakanı söylüyor.
Gelgelim, bu yaşananlardan sonra, ‘’SÖNDÜ KÖZ, TÜKENDİ SÖZ’’ misali artık AKEPE iktidarının söyleyeceği yeni bir şey de kalmadı. Ne Arap Baharı, ne sıfır sorun kaldı. Paralel yapılanma cemaate, cemaat, cemaatin üst yönetimine aktarıldı. Mustafa Sarıgül, dosyası herkesçe bilinen mahkeme kararlarına rağmen, ısıtılıp yeniden servis yapıldı. Ancak, menü beğenilmeyince, kimse yemedi! Aydın Doğan’ın malum HİLTON meselesini tekrar kaşımaya kalktı, kimse kaşınma emaresi bile göstermedi!
Ne yazık ki, biz balık hafızalılar (!) dönüp de ‘’Ey Sayın Başbakan, Aydın Doğan’ın HİLTON arazisini defalarca anlatın da, bir gün olsun (bugün de dâhil) şu TRUMP TOWERS adlı, kırk katlı iki kule için, neden tek bir laf etmedin diye soramadık!
Yoksa onu da Mustafa Sarıgül tek başına, Kadir Ağabey’ine sormadan mı verdi?
İstanbul’un kalbinde, çevre yoluna çivi gibi çakılan, NUROL TOWER’ DE sadece Mustafa Sarıgül’ün mü eseri?
İstanbul’un kalbi derken, gerçekten İSTANBUL’UN kalbi olan, ZORLU’YA sattığınız Karayolları arazisine, diktirdiğiniz beton heyyûlası, LİKÖR FABRİKASI ve ALİ SAMİ YEN arazilerinde yükselen beton yığınları da mı, sadece Mustafa Sarıgül’ün eseri? Bunları da, sizi dinlemeden, Kadir Ağabey’ine sormadan mı yaptı?
Yap-sat zihniyetinin ışığında, BÜYÜLÜ İSTANBUL’U zevksizlik sembolü BETON çöplüğüne çevirdiniz.
Meydansız bir kentin en önemli noktaları olan ALİ SAMİ YEN, LİKÖR FABRİKASI ve KARAYOLLARI arazilerini PARK ve MEYDAN yapsaydınız günaha mı girerdiniz?
İsterseniz, BEŞ YOL’DAN FLORYA’YA, CENNET MAHALLESİ’NE, Sancaktepe’ye, Beykoz’a hiç gitmeyelim. İSTANBUL o kadar büyük, o kadar güzel ki, DÜNYANIN kalbine sığmıyor. Nere de kaldı ki, bu yazıya sığsın.
Kenan Mutlu Gürses