05 Temmuz 2015
Ramazanın manevi havasında, bayrama adım adım yaklaşırken farklı bir pencereden bakalım tarihe ve tükenen hayata:
Falih Rıfkı Atay “Güneş ve Ateş ”in önsözünde; “ Suriye ile Filistin’de cephelere, şehirlerden az temas ettim. Eğer milletin eseri bende ruhuma işleyen bir saygı uyandırmasaydı, savaş kitabını hiç yazmayacaktım. Yalnızca seyahat notlarımın üzerinde çalışacaktım. Fakat şimdi buna gerek duyuyorum. İşittim ki savaşta 3.000.000 insan kaybetmişiz. Bu bedbaht insanların cesetlerini şimdiki sınırlarımızın ne kadar ötesinde bıraktık! Birkaç yeni devlet, kanları henüz kuruyan Türk naaşları üzerinde taç giydi. Öyle talihsiz ölüler ki, ne isimlerini, ne de mezarlarını biliyoruz. Ben ateşte ve güneşte can verenlere, en hafif yağmurla silinecek bir kitaba kazıyorum.
Hatıralarımı zorla topladım; çünkü aylardan, yıllardan sonra hepsi soluk, zayıf, cansız kaldı. Fakat böyle hallerinde bile hiç olmazsa sanatın henüz gidip görmediği gibi bir toprağın haberi, kokusu ve müjdesi var!”
Falih Rıfkı Atay, Zeytin Dağı’nın önsözünde; “Hür bir fikir eğitimi görmeyenlerle anlaşmak imkânı var mıdır? Onlar da gerçeğin yüzde yüz yergi ile yüzde yüz övgünün belki de tam ortasında olduğunu bilmez değillerdir. Fakat eski zamanların kulluk ahlâkına esirdirler. Yerme yahut övme, iyilik yahut kötülük gördüğümüze göre, bu ikisini yapmakta, onların ahlâkına göre, haklısınız. Tarihte gerçeğin ne lüzumu var?
Osmanlı tarihi, bu sebeple, bir yalan âlemi olmuştur. Yalan, Şark’ta ayıp değildir.” Demektedir.
Falih Rıfkı Atay, Çankaya’nın önsözüne başlarken; “ 1946, hele 1950’den beri Atatürk devri; onun içinde şöyle böyle bulunmuş olanları veya kendilerini olduklarından başka türlü sandırmak hevesine kapılanların elinde sömürülüp durmuştur. Yayınlanan hatıraların çoğunda ölüler tanık, bir ağızla iki kulak arasında, hiç kimsenin duymadığı fısıldaşmalar belge diye kullanılmaktadır. Tarihçi ise, gazete okuyucuları kadar kolay avlanmaz. Tarihçi, bu hatıraların doğruları ile sahteleri ve zorlanmışları arasında yanılmaktan kendisini kurtarmasını bilir.
Gariptir ki görev ve sorumluluk başında bulunanlardan belli başlı bir kimse de hatırlarını yazmamıştır. Elimizde yalnız Atatürk’ün “Nutuk”u var” demektedir.
Falih Rıfkı Atay “”Babanız Atatürk’ün önsözünde “ 1914’de Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’na girdi. Biz Türkler Almanya, Avusturya-Macaristan imparatorlukları ve Bulgaristan ile beraberdik. Rusya, İngiltere, Fransa, Belçika ve Sırbistan karşı tarafta idi. Daha sonra İtalya, Japonya, Amerika ve daha başka devletler de düşmanlarımızla birlik oldular. Savaş dört yıl sürdü. Yenildik ve 1918’de hep birlikte teslim olduk.
Bizi yenen devletler yalnız Hicaz, Yemen, Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin gibi halkının çoğu Türk olmayan ülkelerimizi paylaşmakla kalmadılar, Doğu Anadolu’yu Ermenistan ve Kürdistan arasında bölüştürmek; Adana bölgesini Fransız, Antalya bölgesini İtalyan nüfuzu altına koymak; daha sonra da İzmir bölgesini Yunanlılara vermek için söz birliği ettiler. Ordumuzun silahlarını ve donanmamızı aldılar. Her tarafa asker çıkardılar. Ayrıca Rum çeteleri, Karadeniz vilâyetlerinde Pontus krallığı kurmak için dağlara çıktı. Üç büyük devletin; İngiltere, Fransa ve İtalya’nın deniz ve kara kuvvetleri İstanbul şehrine ve boğazlara yerleştiler. Böylece öz yurdumuzun en zengin topraklarını kaybediyorduk. Buralarda yabancıların doğrudan doğruya uyruğu, geri kalan fakir topraklarda da büyük devletlerin emir kulu olacaktık. Padişah ve hükümet; “Madem yenildik, boyun eğmekten başka çaremiz yok” dediler. Paris’te hazırlanan Sevr Antlaşması’nı kabul ettiler.”
Dedem 1868’de, Falih Rıfkı Atay 1894’de ben 1950’de doğmuşum. Onlar Osmanlı çocukları, biz onların torunlarıyız. Biz… Evet, biz bile 70’ine yaklaşmaktayız. Az yaş mı? Sonra şunun şurasında kaç kişi kaldık ki? Saymak bile istemiyorum. Gidenler de ahirette bizi bekliyordur! Ömür dediğin ne dir ki. Çektiğin, yaşadığın acılar bir yana, var mı gönlünde hep sıcaklık. Sen de yutkunurken, hep gülmek için uğraştın mı? Zor ama ne güzeldi yaşamak.
Neler yaşamadık, neler görmedik ki? Bir kasabadan bir kasabaya at sırtında nasıl gittiğimizi çocukça korkularımla birlikte çok iyi hatırlıyorum. Demokrasi denilerek bize yutturulan, Demokrat Parti’nin o günün memurlarına çektirdikleri, bugün AKEPE’nin çektirdiklerinden hiç de aşağı kalmıyordu. Demek ki meşrep meselesi…
Ragıp Gümüşpala’nın Adalet Partisi Genel Başkanı olarak (Emekli Orgeneral) Erzincan Aşağı Çarşı’da petrol bidonu üzerinde 200-300 kişiye yaptığı konuşmayı hatırlıyorum. Sonra Demirel’e duyduğumuz nefreti, sonra, nefret duyduğumuz Demirel’e, “ölümü görüp, sıtmaya razı olmuşcasına” takdirle dolu saygı duyma noktasına geldiğimizi, hatta ölümünde gözlerimin dolduğunu nasıl inkâr edebilirim?
Falih Rıfkı Atay, Batış Yılları ’nın önsözünde; “Ömürleri yeniden yaşamak isteyenler çoktur. Bizim kuşaktan ömürlerini tekrarlamaya cesaret edenler bulunabileceğini pek sanmıyorum. On dokuzuncu yüzyılın sonlarından yirminci yüzyılın ikinci dekadına doğru nasıl olup da tarihin mezarına gömülmeden atlayabildiğimize hâlâ şaştığım kara günleri duygulu bir Türk bir daha yaşamak değil, hatırlamak bile istemez.
Maksadım bugünün ve yarının gençlerine batış ve dağılış yıllarının hikâyelerini anlatmak ve onları Türkiye’nin geleceği üzerinde daha uyanık tutmaktan ibaret” diyor.
İşte bütün mesele gerçekten de bundan ibaret. Ömürler ise yeniden yaşanmıyor. Ben de, yarının gençlerine ve de henüz dünyaya gelen torunum DİLARA’ya, KEVSER’e, ZEYNEP’e, ZEHRA’ya, SALİH’e ve ABDULLAH’A dünü, bugünü ve geleceği anlatabilmek için, Falih Rıfkı Atay’ın neleri neden söylediğini hatırlatmak istedim.
Bir ramazandan, bir bayrama yaklaşırken herkese, sağlık ve mutluluk dolu nice bayramlar diliyorum.
Kenan Mutlu Gürses