21 Eylül 2011
1877’DE OSMANLININ DOĞU İLLERİNDEKİ DURUMU
Aşağıdaki satırları okuyunca, TÜRK Milletinin, yıllardır Kürtler hakkında bildikleri ve yaşadıklarına rağmen doksan yıldır nasıl iyi niyet çerçevesinde hareket etiklerinin anlamı daha iyi anlaşılacaktır.
Bu milletin hiçbir ferdi, Kürt arkadaşına, komşusuna sen hangi Kürtlerdensin dememiştir.
PKK’yı, KCK’yı, BDP’yi bir noktada bilinen nedenlerden dolayı istemesek de anlayabiliyoruz.
Ancak, açılım diyerek, açılımın içinde ne olduğunu milletinden saklayanları, terörist temsilcisi ve kanun kaçaklarıyla pazarlık edenleri, bu pazarlığı bir ÜLKE menfaatini değil de bir siyasi partiye taraf olmak adına, meşrulaştırmak için canhıraş savunanları bir türlü anlamıyoruz.
Neden anlamadığımızı, bırakalım bize TARİH anlatsın:
‘’Osmanlı imparatorluğu gerçekte Doğu Anadolu’nun çoğu bölümünde etkin bir egemenlik kullanıyor değildi. Devlet, doğu nüfusunun yalnızca bir bölümü için, özellikle de kentlerin, kentler yakınındaki kırsal yörelerin ve sınır bölgelerinin nüfusu için önemli ve işlere karışan bir etkendi (ama diğer yörelerde varlığı belli belirsizdi). Kırsal yörelerin çoğunda, Osmanlılık adına, fırsat buldukça, vergi toplayıcılar iş görüyordu, bir de pek kesin zorunluluk olduğu zaman, kendisine sonuncu aşamada başvurulacak bir askerî güç kullanımı devreye giriyordu.
Osmanlının Doğu’sunda, asıl tehlike, dolayısıyla da asıl (hesaba katılacak) siyasal etken, ceza ile karşılaşmadan iş becerebilecekleri ortamların kendini göstermesi için sinmiş bekleyen çapulcu öğelerin sürekli varlığı idi. Bunlar, özellikle, göçebe ya da yarı göçebe Kürt aşiretleri idi ve Osmanlı hükümetinin kamu güvenliğini sağlamak açısından ana işlevi, bu aşiretleri denetim altında tutmaktı.
Osmanlılar, bu Kürtlerin etkinliklerini sürekli olarak dizginlenmeye olanak verecek ne insan gücüne (yeterli sayıda askere) ne de parasal kaynağa sahip idiler, bu nedenle onlar üzerinde denetim kurmak için pek tipik biçimde Osmanlıya özgü olan bir yönetimden, güç kullanımıyla desteklenmiş rüşvet sisteminden yararlanıyorlardı. Aşiret başlarının Osmanlı düzenine bağlılığı onlara onurlu ünvanlar, makamlar ve para vermesiyle sağlanıyordu. Az çok durgun zamanlarda Kürtlerin kendi aralarındaki sorunları kendilerinin çözmesine göz yumuluyordu. Bu aşiret başları, sahip oldukları arazileri ortakçı durumundaki Müslüman ve Hıristiyan çiftçilere işletiyor, el işleri ve yiyecek ürünlerinde pazarlama işletmelerinde çalıştırıyor ve pek çok sayıda hayvan içeren sürüler besletiyorlardı, bunların hiçbirine devlet karışmıyordu. Ancak Kürt aşiretlerinin fiilen ayaklanması ya da talan akınlarına girişmesi durumunda onların üzerine Osmanlı birlikleri gönderiliyordu.
Başarılı olursa, bu gibi baskınlar bazen, ayaklanmacı (çapulculuğa girişmiş) aşiret Şeyh’inin asılmasıyla sonuçlanıyordu. Ancak daha çoğunlukla, sonuç, Şeyh’in İstanbul’da yahut başka yerde oturmağa zorunlu tutulup kendisine yüklü bir gelir bağlanması oluyordu; böylece Osmanlının başındaki karmaşık dertlere bir de (şeyhin yakınlarınca güdülecek) sürekli bir kan davasının eklenmesi engellenmiş oluyordu. Doğu’daki bu yapısal durum, değişmeden süregidiyordu. Gerçek anlamda değişiklikleri sağlayabilmek için, ordunun, sürekli biçimde Kürtleri denetim altında tutarak, doğu illerinde kalması gerekirdi.
Kürtleri karışıklık çıkarıcı bir öğe olarak nitelemekte ihtiyatlı davranmalıdır. Karışıklık çıkarıcı bir güç kimliğinde olanlar, aşiret topluluklarıydı ve onların bağlılıkları kendi aşiretleri çerçevesinde idi. Aralarında Kürt kimliğine dayanan bir bağlılık yoktu. Aşiretler işbirliğine girmiş iseler, bu, varlığı hakkında hiçbir kanıtın bulunmadığı bir etnik bağlılık yüzünden değil, karşılıklı çıkarları nedeniyle idi. Diğer yandan Kürtçe konuşanların büyük çoğunluğu hiçbir zaman herhangi bir ayaklanmaya bulaşmamışlardı. Onlar, dine ve devlete ilişkin duyguları tıpkı etnik Türk toplumundan olan toprak işleyiciler, sürü besleyiciler idi. Ayaklanmış aşiretler, Türkçe konuşan halkın olduğu kadar onların da yaşamları ve geçimleri için bir düşmandı. Karışıklık çıkarıcı Kürtlerden söz edilirken kastedilen, elbette ki, çoğunluğu oluşturan, o gibi Kürtler değildir.
Doğu illerinin Ermenileri, çoğu kez, kırsal alanda Kürtlerin (yerel Kürt Beylerinin) ve Osmanlı Hükûmetinin egemenliği altında olmakla birlikte, eylemsel bir özerklik elde etmek için Osmanlının güçsüzlüğünden yararlandılar. Güneydoğunun dağlık bölgelerindeki Ermeni köyleri genellikle herhangi bir dış denetime gerçekte tâbi bulunmuyorlardı. Bu, özellikle (bugünkü Kahramanmaraş ilindeki, daha önce sözü edilen) Zeytun bölgesi için doğru idi. Zeytun’daki Ermeniler, vaktiyle Araplara, Bizanslılara ve başkalarına yaptıkları gibi Osmanlılara da homurdana homurdana boyun eğiyor, vergi ödüyor ama kendi kendilerini yönetiyorlardı. 19. yüzyıl boyunca, Zeytun’lular ile Osmanlılar arasında vergi yükümlülüğüne ilişkin gerginlik, ciddî boyutlarda kaldı. Baş gösteren silâhlı çatışmalarda Osmanlılar, tarh edilmiş vergileri, haraç parasını almayı ancak kısmen başardılar.
Kürtlerin ve Ermenilerin yarı özerkliğin Osmanlının gösterdiği hoşgörü, Osmanlı devletinin güçsüzlüğünün belirtilerinden biriydi. Kuzeyde ve batıda ölüm kalım savaşlarıyla uğraşmakta olan Osmanlılar, doğuda göresel bir durgunlukla yetinmek zorunda kalmışlardı.
Osmanlının doğu illerindeki yönetim düzeninin kusurları, özellikle savaş zamanlarında ortaya çıkıyordu. Barış dönemlerinde, Osmanlının yerleşik askerî birliği ve jandarması, ülke içi dirlik düzene yakın bir durumun varlığını güvencede tutmaya yetiyordu. Bu birlikler, yörede sözünü geçirebiliyordu; çünkü onların arkasında, gereğinde kendini gösterecek olan, Osmanlı ordusu vardı. Savaş döneminde ise durum kökten değişiyordu. Osmanlının doğu illerinde kolluk görevi yapan jandarmaları, Ruslarla çarpışan Osmanlı ordusunun ana yapısında çok önemli bir öğe oluşturmak üzere, bulundukları yerlerden çekiliyorlardı. Böylece, bölgenin bir günden diğerine oynak olabilen güvenliği tehlikeye düşüyordu. Üstelik bu durumda, gereğinde kendini gösterecek bir ordunun varlığından doğan caydırılıcılık da söz konusu olmuyordu (çünkü gerek Kürt aşiret Beyleri, gerek Ermeniler, ordunun cephede olduğunu ve gelemeyeceğini biliyorlardı). Ortaya çıkan bu güç boşluğunu, önce Kürt aşiretleri, daha sonra da Ermeni ayaklanmacılar doldurdu.
Kürt aşiretleri, yörede egemenlik kurmak için, bir başarı olasılığı gördükleri her dönemde, Osmanlıyla çekişmeye girmişlerdir. Osmanlı ordusuyla 1834, 1836, 1847 ve 1879’da büyük çapta savaşlarda çatıştılar ve 19. yüzyıl boyunca da küçük çaplı çatışmalara girdiler. Amaçları, bir devlet kurmak değil, sadece merkezî hükûmetin otoritesinden kurtulmaktı. Zaman zaman, Kürt boylarının kendi aralarındaki düşmanlıklar sayesinde Osmanlılar, böl ve yönet politikası çerçevesinde, kendi egemenliklerini (yöredeki tüm aşiretlere) dayatabildiler. Kırım Savaşı sırasında Musul Kürtleri, Osmanlı birliklerinin cephede olmaları ve bir müdahalede bulunmalarının olanaksızlığı nedeniyle, düpedüz hükûmete karşı ayaklandılar ve daha sonraki Osmanlı-Rus savaşlarında da Kürtlerin tutumu, olsa olsa, kaypak idi. Gerçi bazıları Osmanlının yanında savaştı ama, bunlardan pek sınırlı ölçüde askerî yarar sağlandı. Ötekiler ise, savaş dönemlerinde, hiç ‘’yerlerinden kımıldamadılar’’. Hatta kimi, fırsat bulunca, Osmanlı birliklerine saldırıp onları soydular. Bu dönem boyunca, Kürt aşiretleri, tüm topluluk olarak, kendi bağlılıklarının devlete değil, hatta din kardeşleri Müslümanlara bile değil, kendi aşiretlerine yönelmiş bulunduğunu gösterdiler.
1877–78 Rus-Türk savaşı Doğu Anadolu’dan bir sel baskını gibi geldi geçti. Gerek Müslümanlar gerek Hıristiyanlar üzerinde etkisi büyük oldu. Ermenilerin, Hıristiyan egemenliği altında, hatta olabilirse Ermeni özerkliğinde yaşama hevesi arttı. Ermenilerin kendi anayurtları saydıkları yörelerden Kars-Ardahan bölgesi Osmanlının elinden (Ruslarca) alınmıştı ve Ermenistan’ın (Roma ve Bizans çağlarında Armenia/Ermenistan diye anılan yörelerin) geri kalan bölümlerinin de çok geçmeden Rusların eline geçeceğini ummak için yeterli nedenler vardı. Diğer yandan, Osmanlı hükûmetinin doğu illeri üzerindeki etkinliği de bozulmaktaydı. Bu, doğudaki güç dengelerini yıkan savaşın doğrudan doğruya ortaya koyduğu bir sonuç olmuştu. Yoksullaşmış olan ve gelir getiren birçok Avrupa ilini yitirmiş bulunan Osmanlı hükûmeti, doğuda güvenliğin sağlanması için gerekli giderleri karşılayacak para bulamıyordu. Olağan durumda yörede güvenliği kolayca sağlayabilecek olan askerlerin, jandarmaların birçoğu, savaşta ölmüşlerdi.
Osmanlı hükûmeti için, iyi zamanlarda bile doğu ve güneydoğu Anadolu’da kolluk güvenliğini sağlamak zor olmuştu. Bu iyi zamanlarda, Osmanlılar, göçebe Kürtlerin tehdidi altında bulunan bölgelere düzenli ordu birlikleri ve jandarma yerleştirerek orada garnizon kurabiliyorlardı. Ne var ki, iç bunalım dönemlerinde ve daha da özellikle Rusya ile savaş zamanında Osmanlı ordu birlikleri oralardan çekiliyor ve sivil halk, şu ya da bu ölçüde, Kürtlerin baskınlarına ve soygunlarına maruz kalıyordu.
Osmanlı birlikleri 1877–78 savaşında çarpışmak üzere doğu illerinden çekildikçe, Osmanlı sivil hükûmetinin doğudaki etkinliği yok olmağa başladı. Daha önce gördüğümüz üzere, Bitlis gibi belli başlı kentlerde bile, Kürtler akıllarına eseni yapabilmekte idiler. Bitlis’te, 1877 yılında, Monkanlı aşireti Kürtleri düpedüz hapishaneyi basıp, kendilerinden olan ve bir Ermeni’yi öldürdüğü için yargılanmakta bulunan birini serbest bıraktılar. Bir de kenti talan edeceklerdi, ama başka bir Kürt aşireti atlanıp kent halkının yardımına koştu. Kurtarıcıların harekete geçmesi de, aşiretin elde ettiği ve kentteki tacirlere sattığı hayvansal ürünlerin pazarlanmasını sağlayacak tek çıkış yolu bu kent olduğu için idi. Aşiret Kürtleri, silâhlı ve yer değiştiren, dağlarda iyi gizlenen bir güç niteliğinde idiler. Osmanlının bir ilinden, dolayısıyla bir yargı çevresinden diğerine, keza sınırın bir yanından ötekine, İran içine, kolayca geçiyorlardı. Daha sonra, 1. Dünya Savaşını izleyen yıllarda, Kuzey Irak’ta yerleşen İngilizler, uçakları ve diğer çağdaş askerî donanımları bulunduğu halde, onlar da, Kürtleri düzene uyar hâle getirmenin hemen hemen olanaksız bulunduğunu gördüler.
Bütün Doğu Anadolu’daki durum hakkında fikir verecek iyi bir örnek, 1877–78 savaşı sırasında ve sonrasında Midyat bölgesinin, savaştan hemen sonra İngiliz konsolosu Trotter tarafından anlatılmış bulunan hâlidir. Onun söylediğine göre, savaştan önce, hükûmet Kürt Beylerini denetim altında tutabiliyordu. Düzenli birliklerin uzakta, cephede bulunduğu savaş zamanında, düzene uyulmasını zorla sağlamanın olanağı kalmamıştı. Gerçekten, Kürt aşiretlerinin ayaklanacağından korkulmakta idi. Bu durumun sonucu, Kürt aşiretleri arasında birbirine baskın verme, baskına karşılık olarak baskın yapma olaylarının baş gösterip süreklilik kazanması ve bölgede genel bir düzen yokluğunun ortaya çıkması oldu. Midyat yöresi, birkaç silâhlı cepheye bölündü. Hıristiyan köyleri dâhil her köy, kendi kendini savunuyordu. Hiç kimse, köyünden fazlaca uzaklaşınca, güvenlikte sayılmıyordu. Gerek Hıristiyanlar gerek Müslümanlar silâhlanmışlardı. Ve hepsi kendi kendinin güvenliğini sağlamakta idiler. Trotter özellikle, ‘’ Mardin’in güneybatısında ovanın ortasına yayılan, yaklaşık 100 evlik’’ bir Ermeni köyü olan Tellerman’ı anıyor. Köy betimlenirken, ‘’Arap, Kürt ve Çerkes komşular arasında, iyi silâhlanmış, kendini koruyabilmekte’’ olduğu belirtilmiştir. Yerleşik Kürtlerin köyleri de tıpatıp böyleydi, yani ‘’iyi silâhlanmış ve kendini koruya bilmekte’’ idiler, ayrıca, elbette ki, sürekli olarak çatışmaya hazır durumda bulunmaları, gerek Müslümanlarla Müslümanların, gerek Müslümanlarla Hıristiyanların köyleri arasında çatışmaya yol açmaktaydı. Silâhlanmalarının gerekçesi olarak bir köyün Kürt ağaları, ‘’ Bölgenin tümünde düzeni koruyucu kolluk gücü 4 kişiden oluşmaktadır ve kendilerinin (bu Kürtlerin) Halep iline yürüyerek gitmek zorunda bulunduğu, ayrıca Araplarla, (diğer) Kürtlerle ve Çerkezlerle temas durumunda olduğu göz önünde tutulursa bunun nasıl gülünç ölçüde yetersiz bir sayı olduğu açıkça bellidir’’ demişlerdi.
İngiliz konsoloslarının tipik özelliği olan kendini beğenmişlik ve karşısındakini küçümseme havası ile hiç kuşkusuz Osmanlı yüksek memurlarının olanlar bitenler hakkında hiçbir fikri olmadığını varsayarak, Trotter, durumu Diyarbekir Vilâyeti’nin valisine bildirmek ve onun dikkatini çekmek istedi. Vali ise, sözünü sakınmadan ona, (yörede güvenliği sağlamak için) gönderebileceği hiç kimsenin bulunmadığını söyledi. Kendisinin emrindeki, zaten tam mevcuduyla varken de pek küçük olan birliğin yarısı, kendilerine değersiz kâğıt para ile aylık ödenince çekip gitmişti ve ‘’gidenlerin yerini alacak kadar enayi hiç kimseyi bulamıyordu’’. Sorunun özü de bu idi. Kolluk güçlerine (zaptiyelere), askerlere ödeyecek para yoktu. Bütün doğu illerinde durum aynı idi. Örneğin Erzurum Vilâyetinde devletin kasasında o kadar az para vardı ki, vali, merkez garnizonu birliğindeki askerlere geleneksel bayram harçlığını verebilmek için Erzurum’un zenginlerinden borç para almak zorunda kalmıştı. Askerlere verdiği harçlık da ancak her birinin bir aylığı tutarındaydı ve bu, ödenmemiş durumda bulunan dört yıllık aylıkların bir aylığına sayılmak üzere yapılan bir ödeme olmuştu. Kendilerine ancak bu kadar ödeme yapılan askerlerin etkisiz olması (hiç işe yaramaması), ortada bunlardan pek azının kalmış bulunması, şaşırtıcı sayılmamalıydı.
İngiliz Büyükelçisi Layard, pek yerinde olarak, ‘’Rusya’nın hâlâ tehdit edici tutumu’’ nedeniyle tüm devlet gelirlerinin savunma giderlerine harcanması süregittikçe Osmanlıların bu durum düzelecek diye umut beslemelerinin mümkün olamayacağını belirtmişti. Ruslar Osmanlının ülkelerini zapt ettikçe, savaşlarda Osmanlıya büyük zararlar verdikçe ve büyük bir ordunun hazır tutulmasını zorunlu kıldıkları sürece, (Osmanlı tarafından, ülke içindeki sorunları çözümlemek için) yapılabilecek şey pek azdı.
Her ne kadar halkın bütün kesimleri çile çekmekte idiyse de, yapılan çapul baskınlarından çoğu, özel bir hışımla, Ermenileri hedef alıyordu. Örneğin, Osmanlılar, 1877–78 savaşından önce, Harput yakınlarındaki Çemişkezek’te sürekli olarak bir tabur konuşlandırmakta idiler. Savaş sırasında, bunu yapamadılar. Bunun sonucu olarak, Kürt aşiretleri yöreye girdi, köyleri ve özellikle de Ermeni köylerini talan etti. Ancak, Kürt çapulcuların tek hedefinin Ermeni köyleri olduğunu sanmak yanlış olur, bunlar, kurbanlarını seçmekte öylesine ayırımcı değillerdi. Kürtlerin durumunu inceleyip soruşturmak göreviyle gönderilmiş olan, İngilizlerin bir konsolosluk görevlisi, şu raporu vermişti:
‘’Duyduklarımın ve gördüklerimin tümünden şu sonuca vardım ki, Diyarbekir’den Süleymaniye’ye kadar uzanan yörede bulunan, yaylalara yayılmış bütün Kürt aşiretleri, az ya da çok, zapt ü rapta gelmez kimliktedir. Bunlar sadece vergi, yükümlülüğünü hiç yerine getirmemekte ve askere gitme yükümlülüğünden kaçmakla kalmıyorlar, ama keyiflerinin istediği gibi talan yürütüp adam öldürüyorlar ve onların istediği bir şeyi kim yapmaz, vermez ise, hem canından hem de malından edileceği kesindir. Ancak, yolculuklarım boyunca gözüme çarpan pek çok örnekte, Kürtlerin çapulculuğundan Hıristiyanlar kadar Müslümanların da zarar gördüğüne tanık olduğumu (bunun belirtilmesini de ), anlatımımda eksik bırakmamalıyım. Diyarbekir ile Muş arasındaki dağlarda yaşayan Ruşkutan (Rojqutan?), Şeyh Dodan, Sasun ve Muktu (Mutki?) aşiretleri, ne Hıristiyan ne de Müslüman’ı esirgiyor; ben Diyarbekir Paşalığında iken, en azından üç Müslüman Bey, malları sebebine, bu eşkıya tarafından öldürüldü.’’
Bu noktaya gelince; her ne kadar Kürtlerin, yoksulu soymaktan ise zengin soymayı ve (kendini savunamayacak) güçsüzlere saldırmayı yeğledikleri pek açık ise de, Müslümanları değil Hıristiyanları soymayı yeğlediklerini gösteren pek az belirti vardır. Ermeni toplumunun göresel olarak (Müslümanlardan) daha varlıklı olması, Kürtlerin saldırı hedefi olarak niçin daha çok Ermenileri seçmiş göründüklerinin açıklamasını verebilir. Osmanlının ordusuyla jandarması doğu illerinde sırf Ermenileri Kürtlere karşı korumak için bulunuyor değildi. Onlar orada, herhangi bir (ülkedeki) diğer kolluk gücü gibi, yurttaşları birbirine (hangi dinsel topluluktan olursa olsun, saldırıya uğrayan yurttaşı, saldırgan yurttaşa) karşı korumak için bulunuyorlardı. Aşiretlerden (aşiretlerin saldırılarından) korunması gerekenler de yalnız Ermeniler değildi. Türk köylüler ve hatta diğer Kürtler, Kürt aşiretlerinin kurbanı olmaktaydılar.
1880’lerden önce, Kürtler, Osmanlı imparatorluğunun iç düzeni konusunda Ermenilerin oluşturduğundan çok daha ciddî bir askerî tehdit oluşturmakta idiler. Örneğin, Kırım Savaşı sırasında, Kürt aşiret Beylerinden biri Ruslara karşı savaşmak üzere Musul vilâyetinden büyük bir silâhlı güç oluşturmaya gönüllü çıktı. Kendisine, ücret olarak adamlarına ödemesi ve onlara donanım sağlaması için 50.000 kuruş (?) verildi. Ancak, topladığı 1.500 adam, daha bir araya gelir gelmez ayaklandılar. Cizre’deki Osmanlı devlet memurlarına saldırdılar ve tüm yöreyi talan ettiler. Bunların ayaklanması ancak savaşın sona ermesinden sonra bastırılabilmiştir. 1878 yılında, savaş süre giderken Dersim (Tunceli) Kürtleri de ayaklandılar.
1879’da Kürt ayaklanmaları güneydoğu Anadolu’nun tümüne yayıldı ve son Rus savaşıyla güçsüzleşmiş imparatorluğa karşı en büyük tehlikelerden birini oluşturdu. Ayaklanmacılar, kendi aşiretlerinin mensuplarından başka hiç kimseye bağlılık göstermiyorlardı (diğer Müslümanları da esirgemiyorlardı). Asilerin yakıp yıktığı köylerin çoğu, Sultan’a sadık olan ya da rakip aşiretlere ait olan Kürt köyleriydi. (Ayaklanmacı) Kürtler, 1879 yılında, açlıktan kırılan güneydoğu Anadolu’ya (Fırat üzerinden) yiyecek taşıyan salları bile bastılar ve o buğdayın gideceği sayısız Kürdün açlıktan perişan hâle düşmesine neden oldular.
Osmanlılar, sadık Kürt aşiretlerinin desteği ile ayaklanmacı Kürtleri askerî açıdan alt etmeyi her zaman eninde sonunda başarmışlardır; oysa Ermeniler ayaklandığı zaman Avrupa kamuoyunun baskısı altında (yabancı devletlerce) onların bu başarısı çoğu kez görmezlikten gelinmiştir. Bu (görmezlikten gelen) Avrupalılar, her ne zaman Osmanlı, ayaklanmacı Ermenileri tutuklayıp hapsetse acı sözlerle bundan şikâyette bulundukları halde, Osmanlının Kürt aşiretleriyle başa çıkmak için yeterince güç kullanmadığından yakınıp durmuşlardır.
Eşkıyalık olaylarında ve toplumun (bir yanda Müslümanlar diğer yanda Hıristiyanlar, özellikle Ermeniler olarak) bölünmesinde yalnız Müslümanların etkin olduğu sanısına düşmemelidir. 1879 yılında bir araştırma gezisine çıkan İngiliz konsolosu Biliotti, Müslümanlar üzerine Ermeni saldırılarının hiç görülmedik bir şey olmadığını, raporunda bildirmişti. Özellikle Zeytun Ermeni toplumu, çevreye yürüttüğü talan saldırılarıyla ünlü idi.’’
Demek ki, Kürt’le, Kürtçü aynı kefeye konmamalı. Bütün Kürtleri kastederek, terör karşısında muktedir olamayan bir iktidarca, düşünülmeden Kürt Sorunu denilmemeli. Mesele bütün boyutlarıyla ele alındığında, geriye bir avuç Kürtçünün kaldığı iyi görülmeli.
Bu nedenlerle, TÜRK’LÜKLE ve bütün MİLLİ değerlerimizle oynanmamasına, yeni ANAYASADA azami özen gösterilmeli. Dâhiyane düşüncelerle ‘’KOMŞULARIYLA SIFIR SORUNDAN’’ bahsederek ARAP BAHARININ güllerini açtıranlar! Dilerim; Türkiye’nin SONBAHARINI hazırlamamalı.
‘’ Devleti yönetenler için iki bin yıl önce Plato (Eflatun): ‘’Ya krallar filozof olmalı veya filozoflar kral olmalı’’ mesajını veriyordu. Bu önemli ve tarihî bir hatırlatmadır. Eski kültürümüzde bunun karşılığı devlet yöneticisinin ‘’hikmet’’ sahibi olması temel düşüncedir. Bu nedenle devlet adamı, dengeleri koruyan, devletin bekasına sahip çıkan bir kimliği taşır. Uzun bir tarihî geçmişi olan, üç kıtada sesini duyuran, güçlü uygarlık mirasının yaratıcısı TÜRK ULUSU, kendine layık, bilgi sahibi yöneticilerinden ‘’erdemlik’’ bekliyor. Çünkü büyük bilge Erasmus’un dediği gibi ‘’Fazilet, şehri terk eden son adım olabilir’’.
Tarihini unutanlarla, tarihten ders çıkarmayan bir zihniyetten fazlasını beklemek, tam anlamıyla herhalde safdillilik olmalı.
Kaynak:
- Zazalar ve Kürtler, Prof. Orhan Türkdoğan
- Ölüm ve Sürgün, Justin McCarthy,
Kenan Mutlu Gürses